Ve yeni bir yaz sezonu, yeni bir sıcak yürüyüş sezonu. Aniden de bastırdı sıcak. Geçen yaza göre biraz daha erken oldu bu sefer. Bana fark etmiyor, yürümeye devam. Daha dikkatli olmam gerekiyor haliyle. Sıcağın şakası olmadığını kişisel deneyimden gayet iyi biliyorum. Tabii yürüyüş arkadaşı kalmıyor bu sıcakta. Sıcak aşağı yukarı herkesi kaçırtıyor. Ama hâlâ varmış cesurlar. Yalnız değildim İkizceleri ziyaretimde. Gerçi dört kişi olacaktık ama işte sıcak ikiye indirdi. Haksız da değillerdi. Gölgede 35-36 derece, açık alanda rahatlıkla 40, hatta muhtemelen üzeri. Herkesin harcı değil sıcakta yürümek. Ben seviyorum. Her sıcağı değil ama, buranın, güney Ege’nin sıcağını.

İkizceler ya da Bafa Gölü’nün İkiz Adaları. Göl kıyısındaydık genelde. Biraz rüzgâr, biraz da suyun kendisi yardımcı oldu serinlemeye. Ben bile girdim göle bu sefer. Hayatımda ilk defa bir göle girdim. Yüzmedim, sadece bedenimi serinlettim.

Hedefim bu bölgedeki kaya resimleriydi. Ama daha fazlası oldu. Çok daha hoş bir sürpriz bekliyormuş meğer: kuşlar. Yüzlerce karabatak. Bafa’nın nispeten bakir bir bölgesi burası. Ufak ufak koylar ve yer yer, gölden bir kumsala ayrılmış, kayalıklarla çevrili sazlık dere ağzı gölcükleri. Tam kuşların sevdiği sanırım.

Sakin sakin keyif yaparken bir anda bizi görüyor ve hep birlikte aniden uçmaya başlıyorlardı. Ama sudan kalkışları zaman alıyor, ancak bir süre sanki suyun üzerinde yürüyormuş gibi kanat çırptıktan sonra havalanabiliyorlardı. O sırada da arkalarında öyle dalga izleri bırakıyorlardı ki, sanki hep birlikte bir resim çiziyorlardı. Anlatması zor, orada olmak gerekiyor.
Sanırım doğa deneyimi dedikleri bu olsa gerek. Bir doğa belgeselinin içinde gibiydik. En kaliteli ekran bile bunu veremiyor. İçinde olmak apayrı bir şey. Gözün gördüğünü en iyi fotoğraf makinesinin aktaramaması gibi bir durum bu. Sadece görmek mi, tüm duyularımla içindeydim. Bedenselliğin getirdiği bir deneyimdi bu.

Arada çok az sayıda başka türler de vardı. Mesela bu ördek. O gölcüğün içindeydi ilk başta, sonra uçtu durdu etrafımızda. Değişik bir şey daha gördüm. Sanki leylek gibiydi ama başka bir şeydi sanırım. Kuşlar konusunda zayıfım. Bu eksikliğimi geliştirmem gerekiyor.
İkiz adalara ikinci, bu tarafa üçüncü gelişimdi. Dediğim gibi, amacım buradaki kaya resimlerini bulmaktı. Uzun uzun aramamıza rağmen ilk denememde bulamamıştım. Bu sefer kararlıydım.

Ama kaya resimleri bir yana, bölgenin kendisi epey güzel. Kayalar, yarlar, burunlar, aralarında ufacık kumsal koylar.


Latmos’un kayalık coğrafyası zaten yeterince büyüleyici, bilene anlatmama bile gerek yok. Zaten ne mümkün anlatmak, içinde olmak gerek.
Sanki bir heykeltraşın elinden çıkmışçasına birbirinden ilginç kayalar, üzerlerinde bizi görünce bir aralıktan diğerine kaçışan yeşil kertenkeleler.

Ve hâlâ çiçekler. Hayıtlar. Beyaz hayıtlar, kara hayıtlar. Su kenarına gidiyorsun, ayakların sokuyorsun, orada da başka güzellikler. Bir anda her yerden minicik yengeçler koşturmaya başlıyor suyun içinde. Güneş ensemizde, ısıttıkça ısıtıyordu bizi ama bu güzelliklere değiyordu.
İkizcelere adını veren iki ada. İkiz Adalar. Pek ikiz değiller, biri diğerinden çok daha büyük. Üstelik büyük olan pek ada da değil, ince bir kumsalla karaya bağlı. Belki eskiden adaydı ya da hâlâ ada olabilir ara sıra sular yükseldiğinde ama ben görmedim o halini.


Büyük olanın üzerinde bir Doğu Roma, yani Bizans kalesi var. Diğeri de boş değil, hatta daha havalı. Çünkü içinde bir de kilise var. Henüz gidemedim. Bir ara gidip o kiliseyi incelemek istiyorum. Ya yüzeceğim ya da bir kayık ayarlayacağım.
Çevreyi anlatmaktan kaya resimlerine sıra gelmedi. Şimdilik burada durayım, yarın da kaya resimlerini arama maceramı anlatayım. YabanSoluk - Timuçin Binder

Comments